İtimat Başgeçit’in Yazdığı Öykü Ünlü İsrail Dergisinde

İtimat Başgeçit’in Yazdığı Öykü Ünlü İsrail Dergisinde

Ünlü İsrail Edebiyat dergisi “Artikl” Devlet Tercüme Merkezi “Azerbaycan Edebiyatı Sanal Alemde” projesi kapsamında ünlü Azerbaycan yazarı İtimat Başgeçit’in “Veyil Deresi” öyküsünü yayımladı.

Öyküyü çevirenler – ünlü İsrail yazarı Yakov Şehter ve Devlet Tercüme Merkezi’nin Rus dili uzmanı Püste Ahundova’dır.

Sayfalarında genelde çağdaş dünya edebiyatı örneklerini yayımlayan “Artikl” dergisinin Azerbaycan Devlet Tercüme Merkezi ile işbirliği olarak “Arfa ve Lira” başlığı altında Azerbaycan Edebiyatı’nın sürekli yayımlanması düşünülmektedir.

 

 

 

Veyil Deresi

 (öykü)

Değerli okurum, konuyu çok uzağa çektiğim için özür diliyorum. Ama öyle şeyler var ki, onlarla ilgili konuyu ya böyle devam etmek zorundasın, ya da hiç bu konuda yorum yapmamalısın. Herhâlde prelude denilen şey de bizim icadımız değil...

...Sonbahar yeni girmişti. Hatırlıyorum, yazın monotonluğu, toplam beş altı gün sürdü ve aniden yağmurlu havalar başladı. Zaten, Komi’nin İnta şehrinde yaşamamın üçüncü yılındaydım ve biliyordum ki, sonbaharın hamuru suya doymayınca bu şehirde yağmurlar dinmeyecek.

Komi’nin adı olduğu gibi Komi’ydi. İnta kentinde Komi asıllı insanlar parmakla sayılacak kadar azlardı. Onlar da nedense kendi milli kimliklerini açıklamamaya çalışıyorlardı. İnta’nın yetmiş bin kişilik nufusunun, memurları, öğretmenleri-filanı dikkate almazsak, hemen hemen hepsi kömür madenlerinde çalışıyorlardı. Bir kez çalıştığım şehir gazetesinde madencilerlin hayatı ile ilgili kendi aramızda küçük bir istatistik yapmıştık. Onların ömürlerinin büyük bir kısmını yerin altında geçirdikleri ortaya çıktı. İnta madencileri birbirlerine bazen şakayla, bazen de ciddi şekilde “fare” diye sesliyorlardı ve buna kimse darılmıyordu.

İntalılar fare hayatı yaşamaya mahkum olmuşlardı. Zaten onların başka türlü bir işle uğraşma şansları da yoktu. Topraklarının verimsiz olduğunu, değil meyve, bir patatesin bile yetişmediğini bilenler biliyor. İnta’nın ne havası, ne de suyu iyi değildi Şayet ne zamansa yolun bu şehre düşerse oranın mezarlığını ziyaret etmeyi unutma, sevgili okurum. Ordan elde edeceğin izlenim sana ömür boyu yeter. Bu kardeşlik mezarlığında eski SSCB’nin bütün milletlerinden olan insanlar yatıyorlar. Bunların hepsi bir zamanlar buraya sürgün edilmiş “Zekle” ve onlardan üreyenler.İntalı’nın en çok yaşayanı, toplam kırk beş elli yıl yaşıyor. Bu damezar taşlarının üzerindeki yazılarda epitaf yerine belirtiliyor.

İnta Rusya’nın gece olunca bir de altı ay sonra sabahın olduğu şehirlerindendir. Bu pek de romantik filan bir şey de değil. İntalı sabaha sağ çıkmamak ihtimalinin çok büyük olduğunun farkında ve hayatından bıkmış insanların çoğu da bu sabahsız gecelerde intihar ediyorlar.

Hayatına kıyanların tam sayısını bilmek istersen yine de mezarlığa gitmelisin. Burada onlar için ayrıca yer ayrıldı. Kendi eceliyle ölmüş insanlar bir tarafta gömülmüşler. Kafir sayılan intihar edenlerin mezarlığı öteki mezarlıktan daha büyük. Bu gözden uzak, gönülden ırak şehrin bir diğer özelliği de, oraya sadece trenle gitmenin mümkün oluşu. Şehri terketmenin başka yolu yok. Çevre boyunca her taraf kocaman bir bataklık.Bu nedenle İnta oluşturulduktan bu yana bu şehrin hapishanesinden kaçmak hayâline kapılanlar pek sonuc elde edememişler. Nereye kadar kaça bilirsin ki?

İnta’nın nasıl yer olması konusunda çok konuşabiliriz. Fakat, ben boş konuşmayı sevmem, bu nedenle yukarıda dediklerimle yetinmek istiyorum. Bir şeyi daha ekleyeyim. “İnta” sözü Komi dilinde “küyü”, “dere” anlamı taşıyor ve bu adı kim koymuşsa tam yerine oturmuş.

* * *

Dediğim gibi o sırada feci bir şekilde yağmur yağıyordu, her taraf sulara gömülmüştü. Böyle havalarda hiç hayvanlar bile dışarı çıkmaz, kaldı insan! Şehrin öbür tarafında bulunan iş yerime gitme hevesim yoktu. Kirada oturduğum evim yoldan bir hayli uzaktı, yağmur yağınca ara yollar tamamen geçilmez hâle geliyordu ve bu yüzden de dize kadar çamura batmamanın tek yolu dışarı çıkmamaktı. Otobüsdeki kalabalıktan bahsetmiyorum bile. Muhabir arkadaşım Pavel’i aradım. Çenesinin düşük olduğunu bildiğim için selâm bile vermeden:

“Paşa, ben bugün gelemeyeceğim, lütfen, benim işlerimi geçiştir ...”

“Oğlum, nasıl yani gelmeyeceğim? Beni burda ne zannediyorsunuz? Herkes çil yavrusu gibi bir leryeler dağılmış... Göreceksiniz gazete bu hafta basılmayacak... Paşa konuşmaya devam ediyordu. Herifin iki kelimesinden biri küfürdü. Tamam, Paşa’nın ağzında bakla ıslanmazdı, fakat gazetede kimse onun lafının üzerine söz söylemiyordu. Çünkü, evvela, o gazetenin en kıdemli çalışanıydı, yaşı yetmişe yakındı, ikincisi de gazetenin önemli insanlarından biriydi, belki de en önemli insanıydı. Onu ne iş gezisine gönderiyorlardı, ne de tatil veriyorlardı. Gerçi, o bizim canlı reliktimizdi (Dağ eteklerinde bulunan, eskiden buzul çağında varolmuş ender bitki.- Çevirmen.), İntada o yaşlarda birkaç kişi ya vardı, veya yok, kendi tabiriyle desek, eşek gibi çalışıyordu. Ancak, galiba bu tür yaşam tarzından o kendisi bile rahatsız değildi. Kadın yok, çocuk yok, uzun yaşam yolunda tamamıyla teker teker kopmuştu. Şimdi bir çevresi vardı, bir de midesi. Ahizeyi kulağımdan uzaklaştırarak bir sigara yaktım, o biraz mola verir vermez tekrar kulağıma yaklaştırdım:

“Editör sorarsa çok hasta, yorgan döşek yatıyor dersin”, dedim  ve telefonu hemen kapattım. Üzerinden beş saniye geçmeden telefon çaldı. Pavel’di. “Bak, sana diyorum Edik” onun sesinde tehtitkar bir hava vardı. “Kıvılcımdan” alev doğa bilir... lanet...”

Ona sözünü bitirmesine izin vermedim. Elimi uzatarak telefonun kablosunu çektim. “Kıvılcım” bizim şehir gazetesinin adıydı. Lenin’in “Kıvılcım”dan farklı olarak bizim “kıvılcım”dam yüz yıl dahi geçse bir şey doğmazdı. Bundan emindim. Olsa olsa beni işten atacaklardı. Bunun içinse elimden geleni yapmıştım; birkaç kez işe sarhoş gelmiştim, defalarca editöre çıkışmıştım, çalışanlara bağırmıştım, daha neler neler yapmıştım. Düşündüm ki, daha doğrusu kendimi mecbur ettim ki, böyle yağmurlu havada hiçbir kıvılcım alev doğuramaz ve bu mecazın mantığından dolayı içimde bir sükûnet oluştu. Kıvılcımdan alev doğmayacaksa, demek ki, beni de işten atacaklar. Doğrusu, gazeteden çıkmak istemiyordum. Nasıl olsa bir süreydi burda çalışıyordum, alışmıştım. Üstelik yazmaktan başka elimden bir şey gelmiyordu, kömür medenindeyse açlıktan ölsem bile çalışmayacaktım.

* * *

Bütün olaylar bundan sonra oluştu. Mutfağa giderek kendime çay koymak istedim. Kapıyı açarak içeri girmek isterken bembeyaz bir farenin ayaklarımın arasından çıkıp yatak odasına doğru koştuğunu gördüm. Zaten bu dünyada fare gibi iğrenç bir hayvan türü tanımıyorum. O nedenle hiç üşenmeden farenin peşinden koştum. Fakat, fare hemen bir yerlere dalmıştı, ne kadar arasam da fayda etmedi. Fareyle aynı apartmanda yaşamayı hiç aklıma bile getirmiyordum, o yüzden de balkona çıkarak yedekte buldurduğum tuzağı aldım, yatağımın yanına koydum. Fare çok hassas bir hayvan aynı zamanda aşırı derecede sinsi hayvan. Onu tuzağa düşürmek çok ta kolay olmuyor. Bu konuda bazı bilgilerim vardı, o nedenle tuzağı kâğıtla falan kapattıktan sonra tekrarmutfağa döndüm.

İşte yeni çaydanlığı gaz ocağının üzerine koyduktan sonra, yatak odasından ses duyuldu. Koşarak, tuzağa büyük bir farenin düştüğünü gördüm. Tuzağa tam belinin ortasından yakalanmıştı, fakat o hâlâ ölmemişti. İnsan gibi bağırarak once ayaklarıyla yerleri tırmalıyor, bazen dönerek tuzağı ısırmaya çalışıyordu. Sonda hatta fare tüm var gücünü toparlayarak tuzağı biraz kendi peşinden sürüklemeye muvaffak oldu. Fakat, bu ölüm mengenesinden kurtulmak artık mümkünsüzdü. Biraz sonra onun sesi tamamen kesildi ve o, acıdan bir iki kez de sağa, sola kıvrılarak öldü. Baktığımda gördüm ki, bu deminki fare değil. Bu, sıradan, gri, deminkinden hayli küçük bir fareydi. Şaşırmamak gerekti- fare öyle bir yaratık ki, biri ortadaysa, beş-onu da saklanıyordur demektir. Evet, bir tuzakla bu sorundan kurtulmak zor olacak diye düşündüm, buna baska bir çare üretmek gerek. Herhâlde, herhangi bir anne fare odama dalmış ve odamda yavrulamıştı.

Tuzağı ayağımın ucuyla iterek balkona çıkardım, balkondan sarkarak alt katta yaşayan işsiz gücsüz biri olan Vasya’ya seslendim:

“Vasya! Vasya! Vasilii ...”

Vasya ne zaman sonra, atlette homurdanarak balkona çıktı.Suratından sarhoşluğun mahmurluğunu atlatmadığı belli oluyordu.Suratı asıktı.

“Ne var, sabah sabah yine n’oldu?”, diye Vasya sordu.”

“Vasya, kedine ziyafet çekeceği bir şey var bende. Gel onu al.”

O, daha yüksek sesle homurdanmaya başladı:

“ Ben de acaba n’oldu diyorum. Şu an antreikot dahi versen yemez ...”

“ Neden? Hasta mı ki?”

Vasya cevap vermek yerine elini sallayarak içeriye geçti. Bu konuda ondan böyle umursamazlık beklemiyordum Vasya olacak ta, canından çok sevdiği kedisinin yemeğini umursamayacak.

“ Vasya! Vasili ...”

“ Ne var?”, Vasya içeriden seslendi.

“ Bir dakika için dışarı çıkar mısın?”

“ Buyur, çıktım, ne var?” Vasya başını kapıdan dışarı çıkardı.”

 “ Galiba anlamadın, ben sana fare veriyorum, hem de kocaman”, kollarımı açarak onun kedisinden de kocaman bir fare gösterdim.

“ O farelerden benim evde ne kadar istersen.”

 “ Öyle de!” Olduğum yerde öfkelenmeye başladım. Sanki, fareyi gelip almadığı için Vasya’yı mutlaka suçlu saymalıydım”, peki bana neden demedin? O, şaşkınlıkla yüzüme baktı:

“Nasıl sen doktor falan mısın ki?”

“Haklıydı ne denirdi ki? Ama, Vasya gibi birisinin sözde beni susturmasına da gönlüm el vermezdi. Ama ben ciddi bir cevap bulana kadar o:

“ İyi gözükmüyorsun, arkadaşım, gitateşini ölç”, diyerek kafasını sallayarak içeri gitti. İçimden Vasya’yı çağırarak ağır bir cevap vermek geçti, fakat öteki komşulardan çekindim. Fareyi balkonda bırakarak mutfağa döndüm. İştahım tamamen kesilmişti. Bir bardak çay içip sigara yaktım. Demek böyle! Bir faremiz yok. Demek ki, Vasya’nın dairesinde fare türemiş. Öyleyse diğer dairelerde de fare vardır. Herhâlde, fare yuvasını su basmış, onlar da yukarıya tırmanarak dairelere sokulmaya başlamışlar. Pencereden dışarıya baktım.Pencereden dışarıya baktım. Durmadan yağan yağmurun sesi sanki benim düşüncemi onaylıyordu. Pencereden bakarak düşündüm ki, işe gitmemenin de da işte böylesonuçları vardı işte. Güya dinlenecektim, ancak bak işte sabahtan neyle uğraşıyorum. Hasırdan yapılmış koltuğumda yayılarak başka şeyleri düşünmeye çalıştım.

* * *

Öğlen saatleriydi. Kapının ziliyle uyandığımda gördüm ki, kanepede uykuya dalmışım. Kapıyı elle de çalıyorlardı.

“ Kimdir?”, diyerek oturduğum yerden seslendim.

“ Açın, sağlık hizmetinden geliyoruz”, kapının arkasından sinirle cevap verdiler. Galiba kapıyı çalalı çok olmuştu.

Sanırım bu fare olayı gitgide büyüyordu. Bunlar, galiba ısırıcılarla mücadele kurulundan geliyorlardı. Fakat, onları ben çağırmamıştım. Genellikle yeri bilinmeyen sağlık hizmetinin bu çabası biraz garip görünüyordu.

Kapıyı açtım. Ellerinde kâğıt, kalem, üstünde kırmızı haç işareti olan ilaç çantası ve bu gibi şeyler yakalamış biri erkek, ikisi kadın, bir gruptu. Koridorda durup bekliyordu. Kapı açılır açılmaz bir grup içeri daldılar. Kadınlar konuşmadan daireyi denetlerken, adam çalışma masamın arkasına oturdu ve kalemini ve defterini karşısına koyup bana sorular sormaya başladı.

“ Daire sizin mi?”

“Hayır, kirada oturuyorum.”

“Anladım.”, o defterine bir şeyler not etti, “Kaç kişi oturuyor dairede?

“Tekim.”

“Belli. Peki nerede çalışıyorsunuz?” O, soruları sorarken gözünü kaleminin ucundan ayırmıyordu.

“İskra” gazetesinin muhabiriyim, yurtdışında akrabalarım yok, aydın bir ailedenim, hiçbir partiye üye değilim, hapis yatmadım, yargılanmadım, Azerbaycanlı’yam, aslen Gürcistanlı, siz neler öğrenmek istiyorsunuz?” Gitgide sinirlenmeye başlıyordum” ve bütün bunların farelerle ilgisi neydi? Adam başını kaldırıp şaşkınlıkla ve biraz da üzgün yüzüme baktı. Sonra karşısındaki kâğıt parçasını alıp havada salladı: “Sen bu soruyu işte bu anketi yapana sor, bana değil”, o, artık bana “sen” diye hitap ediyordu. “Buyur, şurayı imzala.” “ Bu ne için?”

“Senin kira oturduğun dairede farelerde karşı sağlık çalışmalarının görüldüğü konusunda belge, buyur imzala.” Kağıdı imzaladım. Adam kağıdı alıp defterinin arasına koydu ve kadınlara seslendi:

“Kızlar, acele edin, daha birkaç daire dolaşmamız gerek.”

Böylece dairemde farelere karşı “sağlık çalışması yapılmış” oldu. “Kızlar”dan biri, makyajı yüzünde eskimiş iri yarı kadın beni, onların köşeye koyduğu zehirli ilaca dokunmamam konusunda tenbihledi. Ayrıca, mümkünse evde yiyecek tutmamamı ve daha iyisi, bir kaç günlüğüne daireyi terketmemi tafsiye ediliyordu. Onların tüm önerilerine razı oldum, önerileri tutacağımı belirttim, yeter ki,beni rahat bıraksınlar diye.

Gelip koltuğuma oturdum. Başımın içinde bir uğultu, vücudumda bir hâlsizlik oluşmuştu. Kendimi hasta gibi hissediyordum. Birdenbire, bu şehre de, ben dahil bu şehrin tüm insanlarına daherkese ve her şeye nefret ettiğimi hissettim. Ben ağır, hatta biraz durgun bir insanım. Daha doğrusu bir zamanlar böyle bir adamdım. Bu lanetli şehir beni sabırsız, hemen gürleyen birine dönüşmüştüm. Çevredekiler, bunu Kafkas mizacı olarak nitelendiriyorlardı, ancak bunun böyle olmadığını bana belliydi. Benim harcadığım bu üç yıl içinde herhangi aydınlık umutları uğruna değil, sadece cezaevine, tımarhaneye düşmemek ve birgün intihar etmemek mücadelesi yapmakla uğraştım. Zaten tüm İntalılar gibi burden çıkıp gitmek, kaybolmak arzusuyla yaşıyordum. Belki beni ayakta tutan da bu istekti, başka hiçbir şey değildi. Düşünebilirsiniz ki, ne büyük arzuymuş – madem çıkıp gitmek istiyorsan, gidebilirdin.

Ama, nereye gede bilirdim ki? Köye dönmeyi hiç aklıma bile getirmirdim. Ben köyden dünyayı fethetmek için çıkmıştım, bomboş geri dönmek için değil. Bakü’deyse ne kalmaya yerim vardı, ne de en azından ilk zamanlarda sığına bileceğim birisi. Akraba, kardeş hepsi Rusya’daydı...

Bir süre böylece hâlsiz oturduktan sonra kalkıp televizyonu yaktım ve yatağıma uzanıp seyretmeye başladım. Yerel kanalda sağlık bakanı konuşuyordu: “...değerli insanlar, söylediklerimize duyarlı olmak, ilgili kuruluşların tavsiyelerine uymak adına sizleri çağırıyorum. Fareler herhangi bulaşıcı hastalığın taşıyıcısı olabilirler. Bu nedenle onlarla doğrudan irtibatta olmanız tavsiye edilmez. Özellikle çocuklarıkorumak gerekir. Tuzak kurmakla ve diğer yöntemlerle fareleri yok etmek yasaktır. Daha sonra başkaları konuştular. Fareler günün gündem konusuna dönüşmüştüler.

* * *

Akşama doğru telefonun kablosunu takarak Pavel’i aradım.

“İşler nasıl, Paşa?”

 “Nasıl olsun, farelerin elinden yürünmüyor. Sen yarın işe gelecek misin?”

“Sizin evde de fare var mı?”

“Elbette var. Sen yarın işegelecek misin?”

“Bilmiyorum, Paşa, ben şu an bu şehirden gitmekle ilgili düşünüyorum.”

“Bunu kim düşünmüyor ki? Ben, altmış yıldır bu konuda düşünüyorum”, Pavel biraz sustuktan sonra ekledi, “Edik, kalk bize gel,çok iyi içkim var, Moskova’dan getirdiler.”

Pavel birinin gönlünü almak istediğinde de sesini alçaltmazdı. Sadece küfür etmezdi.

“Canım istemiyor, Paşa”, onun bu hizmetinden vazgeçtim.

“Nasıl yani canım istemiyor, sen gerçekten hasta değilsin değil mi?”, Onun dünyasında sadece hastalar içki istemeye bilerlerdi.

“Evet, hastayım”, dedim.

“Olsun, dağ Muhammed’in yanına gelmiyorsa, o zaman Muhammed dağın yanına gider. Otur evde, geliyorum şimdi.”

Üzerinden on beş, yirmi dakika geçmeden Pavel artık benim yanımdaydı. Rus votkasından içerek sohbet edip dertleşiyorduk.

Sohbet dönüp, dolaşarak yine de fare konusuna geldi. Bir ara benim kitap rafımı dikkatle gözden geçirdikten sonra Pavel votkanın etkisinden kızarmış yüzünü bana döndü:

“Sen Kamyu’nun “Taun” romanını okudun mu? - O, bu soruyu öylesine vermiyordu. Kamyu bu romanda sanki bizim şimdiki İnta’dan bahsediyordu. Hasta fareler şehir hâlkına taun bulaştırıyorlar, ölen ölüyor ...”

“Evet”, dedim, “Orda bahsedilen sanki bizim şehir.”

“Evet! Ama, şükür, henüz şehirde ölen, kaybolan yok.”

“Şimdilik yok.”

“Hiç olmayacak da!” Pavel sonraki votka bardağını tek nefese

içerek ağzını şapurdatarak salatalık yiyerek:

“ Nereden biliyorsun, falçı mısın?”

O, kınıyormuş gibi bana baktı:

“Ahhhh! Sen beni ne zannettin be dostum? Demin gitmiştim, farelerde hiçbir hastalığın belirlenmediğini söylediler.”

“Peki, o zaman bunlar neden yuvalarından uzak düşmüşler?

Ben sorudukça Pavel daha da ciddileşiyordu:

“Orasını kimse bilmiyor.”, güya bu bilinen bir şey olsaydı Pavlus’un bundan mutlaka haberi olmalıydı, “yunuslar neden kendilerini sürüyle kıyıya atıyorlar?”

Ellerimi kaldırdım. Bu, onun verdiği cevap beni tam tatmin ediyor demekti.

Keyfim yerine gelmişti. Bir votka daha ben içtim. Bizde kural böyleydi - kimin canı ne kadar çekerse o kadar içerdi. Şerefe- falan demek te yok, öylesine “bud zdorov”, o kadar.

“Bugün de gelip benim dairemi ilaçladılar.” Pavel’e daha bir yönlendirici bilgi verdim.

“Benim de dairemi ilaçladılar, önemsiz bir şey!”

“Neden önemsiz olsun ki?”

Pavel üzgün üzgün nefes aldı:

“Ben görüyorum ki, senin daha çok şeyden haberin yok. Fare diyorsun ya, onlar zehirli şeyleri senden de, benden de iyi tanırlar.”

Yeddiyüz gramlık votka şişesi boşalmışdı. Masanın üzerindeki kül tablası dolduğu için biz izmaritlerini de şimdi bu şişeye atıyorduk.”

“Bir şişe daha alalım mı?”, Pavel böyle durumlar için çok basit bir teklif önerdi “Israr etme, Paşa, ben daha içmeyeceğim”, dedim, “bu kadar yeterli, söyle bakalım fareleri zehirlemek mümkün değilse bu çabalar ne diye, ev ev dolaşıp insanların niye hüzurunu kaçırıyorlar?”

Pavl’i gülme krizine girmişti. O, kalın sesiyle biraz güldükten sonra sakinleşti. “ Onlar da bir şey yapmalılar ya?”

Onun bu sözleri bana bir öyküyü hatırlattı. Birisi İran’a gitmiş. Orada lavaboya gitmesi gerekiyor. İçeri girdiğinde görüyor ki, kapının arkasında bir adam oturmuş yanında da iki maşrapa var, biri beyaz, diğeri kırmızı. O, beyaz maşrapayı almak isteyince adam dönerek: “Bu maşrapayı alma, kırmızıyı al.”, der Uzun sözün kısası, o kendi işini tamamlar, maşrapayı yerine koyarken, acaba niye yapmadı?”, diye düşünür. O nedenle şöyle soruyor: “Amca, beyaz maşrapayı almaya neden izin vermedin?” Adam cevap verir: “Oğul, burda ötdüm ya. Benim de bir şey yapmam gerek değil mi?”

Bu kez ben kahkahayı bastım. Bunu çoktan Pavel’e anlattığımı hatırladım. Toplantı sona erdi. Pavel kalkıp çıkmak isterken ondan acizane bir ricada bulundum.

“Paşa, mümkünse, balkonda bir fare ölüsü var, lütfen onu alıp sokaktaki çöp kutusuna at. İnan ki, ona dokunamıyorum yoksa alıp kendim atardım, sana da zahmet olmazdı ...”

“Ne zahmeti canım”, Pavel balkona doğru yöneldi, tuzağın yanına varır varmaz ona bir tekme vurarak dışarı fırlatdı, “Sen her şeyi sorun yapıyorsun, böyle yaşamak olmaz, dostum.” dedi.

Gerçekten de, fare ölüsünden kurtulmanın böyle basit yöntemihiç aklıma gelmemişti. Pavel’i dış kapıya kadar geçirdim. Burada o,yağmurda dışarı çıkmaya tereddüt ediyormuş gibi biraz durarak,sonra yüksek sesle:

“Başını dik tut, dostum, evde oturmaktan bir şey çıkmaz”, dedi.

“Sabah saat onda çakır gibi işte ol, olur mu?”

“Olur”, dedim

“Tamam!” Sabah sana fareleri yok etmenin tek yöntemini öğreteceğim. Gecikme! ...”

Bir süre Pavel’in arkasından baktım. Gazetede onu huysuz sanıyorlardı. Bu belki de böyleydi, ama, nedense bana ısınmıştı ve bunun nedenini bir türlü kestiremiyordum. Doğrusu, ben Ruslardan pek de hoşlananmamdeğilim, fakat Pavel’e sayğım vardı. Belki de o huysuzluğu yüzündendi ya da baska bir nedenden dolayı,bilmiyorum.

* * *

Ertesi gün işte büyük bir canlanma olduğunu gördüm. Herkesevlerdeki farelerden bahsediyordu. Hatta, her zaman olgun gözüken editörümüz bile “o ... bu dehşetdir, dehşet, görülmemiş iştir”, diyerek bu odadan girip, diğerinden çıkıyor, herkesi fare ile ilgilisohbete çekmeye çalışıyordu. Onun yüzünde kederden ve kendisinin söylediği gibi, dehşetten daha çok tuhaf bir ifade vardı. Sanki şehire bilinmeyen uçan bir obje gelmişti. Kendisi de bir değil, birkaç UFO. O, böyle bir tarihi olayı yakaladığı için kendini göğün yedinci katında hissediyordu. Onu anlamak zor değildi. Yıllarca monoton olan şehirde fare ziyaretiyle bile karşılaşmak UFO görmeye eşit bir işdi. Meni görünce yanıma doğru koştu:

“Ooo, Edik! Görüyor musun neler oluyor! Gel bakalım, gel”, eliyle omuzlarımı silkerek kendi kuruluna doğru yöneltti”, hiç ömründe bu kadar fare görmüş müydün?

Benim onun anlattıklarını dinleyecek hâlim yoktu, o yüzden de:

“Neden görmeyeyim, gördüm tabii ki”, dedim.

“Gerçekten mi? Nerde?” O, şaşkınlıkla yüzüme baktı:

“Gerçekten de biz fare şehrinde yaşamıyor muyuz?”

İç geçirerek güldü:

“Evet, yaşıyoruz, ama bahis konusu gerçek fareler.”

Daha bilinmez hangisi gerçek fare, hangisi yalançı fare.”

Editör omuzumdaki elini çekti. Sanırım hâlimi görüp beni odasına götürmek düşüncesinden vazgeçmişti. Bunun yerine o:

“Yarınki sayı için son olaylar hakkında senden malzeme bekliyorum”, diyerek sert bir şekilde seslendi ve kendi yoluna tek başına devam etti.

Daha yeni kendi odama geçip montumu çıkarmaya başlamıştım ki, Pavel yetişti: “Montunu çıkarma, gidiyoruz!”

“Ne oldu, nereye gidiyoruz?”

“Sen fareleri yok etmenin tek yöntemini bilmek mi istiyorsun?”

“Kötü olmazdı”, diye mızıldandım.

“O zaman artık soru sorma, git otur arabana, çiftliğe gideceğiz.”

Gidip Pavlel’in kendi gibi kocaman olan arabasına bindim. Yağmur ara vermeden yağıyordu, su makinenin camından sel gibi akarak dökülüyordu.

“Lanet olsun sana...... kutsal Rusya”, diyerek Pavel biraz da hava nedeniyle küfürler saydırarak yola çıktı. Ara, yavaş yavaş yola “çiftliğe” bahsedilen yere doğru yön aldı.Çiftlik İnta’nın tam bitişinde bulunuyordu. Söylentiye göre bir zamanlar burada sayısızgeyikler varmış. Ama “yeni” Ruslar fırsat bulduğu zaman hepsini satmışlar. Bir tane bile tutmamışlar. Şimdi burada tüm çalışanlar adına tek bir gözlemleyici vardı, o da neden vardı, bunu kimse bilmiyordu.

Pavel aracı sürerek uzun, geniş verandanın tam karşısında durdu. Arabadan inerek verandaya geçtik. Etrafta kimsecikler yoktu. Verandanın arka tarafındaki duvarın dibinde uzun arı kutularınabenzer, biraz ondan büyük kutular diziliydi. Pavel çevreye bakarak bir iki kez: “Grigori, auu, Grigori!”, diye nöbetciyi sesledi. “Geliyorum, geliyorum” diye duvarın o tarafından bekçinin bu yerlerin insanına özgü olmayan ince sesi duyuldu.

Az sonra o da göründü. Üzerinde uzun, su geçirmeyen kapuşonlu yağmurluk vardı, ayağına kalçasına kadar uzanana lastik çizmeler giymişti. Grigori’nin yüzü klasik sarhoş mimiğiydi, çukura düşmüş gözleri, sanki kırışmış alnı, batmış avurtlarını onu çilekeş kutsallara benzetiyordu. Onunla beraber ağır votka, tuzlanmış ringa balığı ve soğan kokusu geliyordu. Pavlel’le eski tanıdıklar gibi görüştüler. “Tanışın”, Pavel eliyle beni gösterdi, Moskova’dan geldi, gazeteci. Yerel ortamla tanışmak istiyor. Doğrusu, Pavel’in bu yalanı ne içindi, anlamadım. Grigori beni baştan ayağa süzdü. “Saygım var! Evet, gazetecilere saygı duyuyorum. Ama, ne deolsa, Pal Paliç, kendin de biliyorsun, bana yasakladılar ... “Olsun, yasak ta bozmak için zaten, değil mi? Ah, fare, itoğlu it...”

Grigori iç çekti: “Hayır, Pal Paliç, olmaz! Başkanlık ... Kendin de biliyorsun ... Yoksa burda insan elinden yürünmezdi... “Tamam, tamam sus bakalım”, “Pal Paliç” havada neredeyse gözle görülür kokuyu dağıtıyormuş gibi elini salladı, “ ben de düşünmüştüm ki, bir seninle otururuz, içip derdimizi dağıdarız. Kendimle yarım litre votka da getirmiştim... Yavaş yavaş Grigori’nin keyfi yerine geldi: “Ben bir şey demiyorum ... Ama Pal Paliç”, lütfen, yönetim bilmesin! “Bilmez! Güya bilse ne olacaktı ki? Sen başla, bırak da misafirimiz da nihayet bizim bu gelişmiş teknolojimizler tanışsın.

Yönetimin filan boş şeymiş olduğu belli oldu. Grigori deminden yarım litre yüzünden tartışıyormuş. O, artık söz söylemeden hızlı adımlarla az önce geldiği yere döndü ve biraz geçmeden geriye döndü. Döndüğünde onun elinde uzun maşa, kolunun altına sakladığı kustar yöntemle yapılmış dörtgen küçük sandık vardı. Grigori yanımızdan geçerek duvar dibindeki kutulara doğru adımattı. Biz de onun arkasından gittik. Kutulara yaklaştığımızı gördük... Kutulardan bir ses – gürültü koptu ki, bunu sözle ifade elemek mümküsüzdür. Bu, insanın beynine, kemiğine işleyen, korkunç bir durumdu. Kutulardaki farler hep beraber bağırıyorlardı.

Pavel sesi duyulsun diye ağzını kulağıma yaklaştırarak yüksek sesle: “Oh - ho-hoo ... galiba fareler fare kokusunu aldılar, - dedi, - sen daha işin gerisini gör!..” Grigori kolunun altına sakladığ sandığı yere koyarak onun kapağını araladı. Sandıkta birbirine sokularak titreşen on, on beş fare vardı. Bu fare kutulardakilerden farklı olarak sakindiler, hatta Grigori onları bir bir alıp kutulara atarken de hiçbir ses çıkarmadılar.

Pavel kolumdan tutup kutulardan birinin başına getirdi.Sevgili okurum, burada gördüğüm manzara, ne zamansa ağır MS hastalığına yakalanmış olsam, yahut reenkarnasiyonla yeniden dünyaya doğmuş olsam bile hiçbir zaman aklımdan çıkmaz ... kutuda, kedi kadar bile fare vardı. Tef gibi gerilmiş derisinin tüyleri mattı, havada bile parlıyordu. O, arkadaki ayaklarının üzerinde kalkarak büyücek bıyıklarını oynatarak sanki havayıkoklayırdı. Oysa fare etli boynunu oynatabiliyor yenice yanına atılmış, ondan kat kat küçükaynı zamanda yiyecekleri gözden keçirmekteydi. Grigori’nin yeni buraya attığı fare ise kutunun bir köşesine saklanarak ve zar zor duyulan bir sesle önce ayaklarıyla yeşiyin duvarlarını tırmalıyordu. Bu durum uzun sürmedi. Büyük fare az sonra yavaşça önce ayaklarını yere koydu ve yavaş yavaş küçüğe yaklaşmaya başladı.

Onları sadece bir karış mesafe ayırıyordu. Küçük fare artık güçsüz düşmüştü, hipnoz edilmiş gibi sakin sakin üzerine yürüyen büyük olana bakıyordu. Onun böbrekleri kalkıp iniyordu, gözleriyse neredeyse yerinden fırlayacak gibiydi. Biran sonra büyük fare aniden sıçrayarak onu dişlerine aldı, o hiç saldırıya cevap vermeye bile fırsat bulmadı. Şimdi büyük fare kafasının kıvrak hereketile onu yerden yere vuruyor, bazen ağzından yere bırakarak yeniden dişlerini geçiriyordu. Biraz sonra küçük fare tamamen hâlsızleşti, artık onun gücü sadece azar azar sesini çıkarmaya yetiyordu...

Büyük fare onun ölüp kurtarmasını beklemedi, önce ayaklarıyla üzerinden geçerek yavaş yavaş yemeğe başladı. Sevgili okurum, ben bunların hepsini uyduruyorum, alında böyle şeyler gerçek hayatta olmuyor. Fakat beni tanıyanlar, benim hiç de yalan konuşma meraklısı olmadığımı ve bundan herhangi bir haz almadığımı bilir. Böyle şeyler İntada oluyor, kendi gözümle gördüm diye düşünebilirsin.

Burda ne olduğunu görünce durumum kötüleşti. Bana, farenin sesini reproduktorla güçlendirip çevreye yayıyorlarmış gibi geliyordu. Bu sesleri duyup duymamak için kulaklarımı kapasam da yararı olmadı. Ses beynimde çınlıyordu. Fazla bir şey söylemeden dönüp arabaya bindim. Gördüklerim gözümün önünde tekrar tekrar canlanınca, midem kalktı ve kusmaya başladım. Bundan sonar bu şehirde kalmak köpeğin kendi kustuğunu yemesi gibi bir şey olacak diye düşündüm ...

Geriye dönerken Pavel gördüklerimizle ilgili alengirli alengirli konuşmaya başlamıştı. Meğerse, bu Rus herifin farelerle mücadele etmek için defalarca denediği bir yöntemmiş. Sanırım birkaç fareyi yakalıyor onları kutuya atarak birbirlerine yem ediyordu. Açlıktan bile ols ölen fareyi diğerleri yiyordu. Sonra sıra başkasına gelir ve böylece sonunda sadece bir fare kalıyor. (Demin gördüğüm iri yarı fare sadece onlardan biriymiş) Bu fare artık hazır biyolojik silahtır. Onun için fare etinden lezzetli bir şey yok. Onu farelerin çok olduğu yere atıyorlar ve o da yediğini yer, yemedikleri ise kaçıp kurtulurlar. Böylece, zehirlemeye, ilaçlamaya, ne bileyim, benim gibi tuzak kurmaya da gerek kalmıyor.

... Biz şehre vardığımızda artık akşamdı. Pavel konuşmaktan yorulmuş, susarak aracın direksiyonu fırladırdı. Yağmur ve karanlık nedeniyle araç kayarak gidiyordu: sanki her hangi kaygan bir zemindesin ve bu yüzden de adımların sürekli kayıyor.

“Nereye gidiyoruz?” Pavel gözünü yoldan ayırmadan sordu.

“Cehenneme”, dedim

“Biz artık ordayız, dostum, netleştir, cehennemin hangi köşesine gidelim?”

Artık netleştirmiştim: “Gara gidelim! Burdan en erken giden trene bilet almak istiyorum.” Pavel hiç tavrını değişmedi. Sanki bu sözleri duyacağını çoktan biliyormuş gibi hiçbir şey olmamış gibi espriyle: “Bir iki para meselem olmasaydı ben de seninle giderdim”, dedi ve derinden iç çekerek arabayı gara doğru yöneltti.

 

 

İtimat BAŞGEÇİT

 

 

https://sunround.com/article/?page_id=4902&fbclid

 

 

 

DİĞER MAKALELER