Savaş Ruhlu Azerbaycan

Savaş Ruhlu Azerbaycan

Vatan, toprak hasretli rüya görenlerden değilim. Bu gece rüyamda büyük bir heyetle işgal edilmiş bölgelerimizden birine gittiydik. Büyük heyet iyeleri sivil, bir tek bir kişi askeri üniformadaydı. Ben de o üniformalıya adama güvendiğim için oradaydım ve yanından hiç ayrılmadım. Yüksek bir binanın bahçesindeydik. Sonra o yüksek binaya merdivenlerle çıkmaya başladık. İçimde korku, sevinç, hayret, heyecan birbirine karışmıştı. Basamakları çıka çıka "buradan sağ salim çıkabilecek miyiz?" diye düşünüyordum. Orta katların birindeydik ve bir kapı açıldı. Odalar bomboştu. O anda içeriye elinde iki sandalye olan birisi giriverir.

(11 Nisan 2014)

Bu sözleri sosyal ağların birinde iki yıl önce tam da nisan ayında yazdıydım.  Bir yerlerde, birileriyle konuşmak istiyorum. Fakat o yeri ve şahsi belirlemekte zorlanıyordum. Nasıl anlatayım ki? Öyle bir yer olsun ki her tarafı pelin koksun, harabe kalmış evlerin sahipleri kurşun yağmuru altında kaçarken kopup kalmış ayakların, kolların, mayının tohum gibi toprağa serptiği canların yerinde ara sıra kırmızı gelincikler salınsın ağır ağır. Anlamayalım, onlar çiçek mi, yoksa canları parça parça olup tohum gibi serpilen şehitlerdi el sallar bize, "gelin" derler, "biz buradayız" derler.

Oturasın onların yanına, yer de Cebrail ola, Gubatlı ola, Hocalı ola, yer de Laçın, Şuşa, Kelbecer, Hankenti, Fuzuli, Ağdam ola - önce biri, sonra her gün biri - oturasın gelinciklerin yanı başında. Tüm olanlardan sonra acaba hangimiz konuşmalıyız, neden başlamalıyız, diye düşünesin.

Bir gelinciğin yayına oturup onun gibi susasın, düşünesin - hemen yanıt hazırlamak gerekecek, ani gelen sorulara.

***

... Yolu nasıl geldiğimi pek hatırlamadım. Fuzuli'de tandır ekmeği satan analar Leletepe'ye taraf gittiğimizi az kalsın bize sarılacaklardı. Fuzuli'ye hiç gitmediydim. Düşünsenize, köyün bir tarafında sensin, öte tarafında düşman. Horadiz'de su arkını geçerken babamı düşündüm. Onun memleketine gelişimden habersizdi. Kendimi toparladım. Duygulanacak zaman değildi. Sıkı olmak, insanlara moral olmak, örnek olmak zamanıydı. Birbirine benzeyen ovalar, yollar, patikalar köşe kapmaca oynuyordu sanki. Arabadaki arkadaşların cümbüşü beni hayal âlemimden aldı. Birisi yüksek sesle "İşte, Cebrail!" dedi.

Allah'ım! İşte Cebrail!

Hiçbir zaman görmediğim Cebrail'in göğü tüm göklerden mavi mi, çimenleri ötekilerden yeşil miymiş beklentilerimde? Açıklayamadım bunu. Kendimi salmayacaktım, öyle de görünüyordum zaten. Askeri bölüğün asker ve subayların biraz şaşkın, biraz soru, biraz da umut dolu bakışlarından donakaldım. Sanki biraz da utandım. O bakışların "iyi ki geldiniz" mi, "sizinle uğraşacak durumda değiliz" mi, yoksa "kardeşim, buraya girilmez" mi dediğini anlayamadım... Anlayamadım... Sorularım çoktu. Hangisini soracağımı bile bilemedim. Seçim yapamadım diye sustum. Karşımda duran askerden su mu istesem, yoksa "su getireyim mi?" diyeceğimi bile şaşırdım.

Aç mı, uykusuz mu olduğunu sorayım, bilemedim. Burasının ne denli güvenli olduğunu sormasını istedim birisinden. Sonra aklımdan geçen nu fikirden utanıverdim. Feyziye, kızım, dedim, mayına basmaktan, elini, kolunu burada bırakıp gitmekten mi korktun, dedim kendi kendime. Senin de yerinde kırmızı gelincikler bitecek, Şuşa'dan, Hocalı'dan gelecek çocuklar senin de yanına oturup bu kötü günleri anlatacaklar gelinciklere. Sormadım. İnip hendeklere bakmak istedim, bir bakayım dedim, onlar rahat edebiliyorlar mı burada?! İnmedim, yanlış yaparım, güvenlik kurallarını çiğnerim diye. "Düşman kurşununa siper ettiğiniz canlarınıza kurban olayım" deyip sessizce baktım, sadece.

Küçücük arkın her iki kenarında oturup bizden daha mutlu görünen iki kediyi kucağıma alıp okşamak, avutmak istedim. Kim bilir, ne kadar korkmuşlardı zavallılar. Sonra gayet memnun olduklarını görünce, vazgeçtim. Karınları dok, keyifleri yerindeydi. Savaştan korkana benzemiyorlardı. Kameramı açıp çekmeye başladım. Röportaj yapacaktım. Konuşacak, bağırarak "Burası Çocuk Mercanlı. Biz Vatana geldik! Bu topraklar bizim! Bu yıkık evlerin sahipleri gelip bulacak, tanıyacak onları! Yine de yapacaklar yıkık yuvalarını, evlerini duvar kâğıdıyla kaplayacaklar, Cebrail'in çimenleri renginde, tavanlarını Cebrail'in seması gibi masmavi yapacaklar!".

***

Bazı nedenler dolayısıyla düşmandan yenice kurtarılmış Leletepe'ye çıkamadığımız için çok üzüldüm. Çok da ısrar etmedim. Arabalar kalktığında arkadaşlardan Çocuk Mercanlı'da topu topu bir ailenin yaşadığını duydum. Onlara uğramadan olmazdı.

Açık kapının yanında arabadan indik. Evin büyüğünü sorduk. Oktay dayının askerlere bir şeyler götürdüğünü duyduk. Evde gelişimize sevindiler. Çaya davet ettiler. Ama gideceğimiz yerler vardı daha - Cebraillilerin toplu yaşadıkları Bilesuvar'daki kasabada son çatışmalarda şehit düşmüş Ruhi'nin ailesine gidecektik.

Kapıda duran traktörün üstünde kocaman CEBRAİL yazısını görüp burada yaşayan ailenin ne kadar mert, ne kadar korkusuz, Vatanını seven insanlar olduğundan kurur duyduk. Gelincik tepesi bahçeden daha yakın, daha net görünüyordu. Leletepe yüksekliğinin düşman elinde olduğu yıllar içinde bu ailenin her an ölümle iç içe, göz göze yaşadığı gözlerimizin önünden geçiverdi. Allah inandırsın, insanın bahçede gezen tavukları, koyun kuzuyu bile insanın bağrına basası geliyordu. Burada iki kardeş aileleriyle beraber oturuyordu. Çok geçmeden akraba olduğumuz bile ortaya çıktı. Teyzeciğim, neden burayı bırakıp gitmediniz, böylesine namlunun ucunda nasıl yaşıyorsunuz? Yavrum, dedi, bizim bey gitmedi, ben burasını bırakıp gidemem, dedi. Teyzeciğim, peki, atışma olduğunda ne yapıyordunuz! Elini Leletepe'ye uzattı: "Atışma işte, o tarafta oluyordu. Biz de orda burada saklanıyorduk. Kızım, evimizi barkımızı bırakıp da nereye gidelim?". Hasretle ovalara, uzakta görünen dağlara, gelincikli tepelere baktım. Çay içecek zamanımız olmadığı için birer bardak su içtik, arkadaşlar abdest alıp namaz kıldılar. Vatan toprağında diz çökmek gibi manzara var mıydı... Kıblemiz, secdemiz Vatan... Kısa zaman içinde onların yanında ev yapıp komşu olma sözü verdim.

***

Bilesuvar'a ilk gelişimdi. Şehit Ruhin'in arabamızın ön camından gururla bakıyordu. Yol boyunca gözümü genç şehidin bakışlarından alamıyordum - bu kadar genç olasın ve bu kadar mert duruşun ola! Kasabada Ruhinlerin evinin yerini sormaya gerek yoktu. Dönemeçlerde bayraklar sallanıyordu. Dış kapıları açıktı. Kapılarına, kapıdaki ağacın dallarına kadar kırmızı bağlanmıştı. Sanki düğün eviydi. Şehit anasının duruşunu mu anlatsam bir size! Allah'ım insan büyütüp yetiştirdiği yavrusunun şehit oluşundan nasıl gurur duyabilirdi ki. Allah'ım bir şehit babası savaşta yaralanıp, şimdi hastanede tedavi alan oğlum da, ben de Vatana feda olalım, yeter ki bu Vatan bölünmesin, diye nasıl der ki. Bir şehit annesi nasıl da gururla durup ağlamayalım diye, bizi teselli edebilir? Kalkmak istediğimizde annesi Ruhin'in hatırı için ihsan yememiz için rica ettiğinde onu kıramadık. Yiyemezdim. Yemeliydim. Elim sofraya uzanmıyordu. Gözüm resimdeki genç şehidin gözüne baka baka boğazımdan lokma geçmezdi. Daha sonra biraz öteden onun gözlerine benzer gözlerin bana dikildiğini gördüm: "Kızım, Allah açkına ye". Annesiydi.

Çıkarken sona kalmak için bekledim. Ellerinden öpecektim ananın. Sarıldım, göğsüme sıktım. Elleri titreye titreye gözümün yaşını sildi: "Kızım, Ruhin'in cenazesinde bir kız, aynen böyle ağladı. Kim olduğunu bilemedim. Ölünceye kadar bilemeyeceğim herhalde".

 

Feyziye                

 

 

DİĞER MAKALELER